Ne güzel olur tren yolculukları. Dağlar, ırmaklar, ağaçlar,
köprüler, el sallayan çocuklar yani böyle bir yolculuğu da özlemiştim... 1963
yılında Selimiye Orta Okulunu bitirdiğimizde gidecek iki yer vardı Kuleli ve
Erzincan Askeri Liseleri... Bana Kuleli, İlker Ağabeyime Erzincan çıktı. Baktım
pencerenin kenarında oturmuş ağlıyor... Gezmeye, sinemaya çok düşkündü
İstanbul’dan ayrılmayı istemiyordu. "Ne ağlıyorsun değişiriz, Ben
Erzincan'a giderim" dedim. Velhasıl değişiklik isteğimiz kabul edildi ve
tren yolculuğum böyle başladı. Haydarpaşa Garında uğurlamaya teyzem ve eniştem
geldiler. Teyzem sürekli nasihat veriyordu sağlık konusunda. onun gibi kim
ilgilenecekti, hasta olduğumda göğsüme tentürdiyot sürer sonra sıcak tutsun
diye gazete kağıdı sarardı. Kara tren ile iki üç gün arası uzun bir yolculuk
yaptık, kömür kokusu ciğerlerimize dolmuştu okula vardığımızın öğleden sonrası
hemen şehri keşfe çıktık bir iki saat içinde Erzincan’ı tanıdık, o yorgunluk
ile birde sinemaya gittik, sanki hala tren yolculuğundaydık sinemanın perdesi
sağdan sola hareket ediyordu… Annem Erzincan depreminde gönüllü hemşirelik
yapmıştı bizlere o günleri anlatırken gözleri uzaklara dalar yaralıları o
yokluk içinde nasıl tedavi ettiklerini anlatırdı. .
Yani ne söyleyeyim burayı sevememiştim ırmaklar, ağaçlar her şey yolculukta
kalmıştı her şeyden önce deniz yoktu, okul şehrin dışında ve etrafı çoraktı.
Gece karanlığında uzaktan şehre baktığımda büyük bir boşluk ve sonra kümelenmiş
evlerin ışıklarını görüyordum. İyimser olmaktan başka çare yoktu tüm arkadaşlar
gibi bende buraya okumaya gelmiştim. karşı sahili seyrediyor gibi iyimser olmak
gerekliydi. Uzak mesafeli bir gurbet yaşıyordum. Arkadaşlarla ortak özelliğimiz
ortama hemen uymaktı bizde hemen uyuyorduk, Burada Selimiye'den farklı olarak
açık havada bulunan spor alanları biraz bizi meşgul ediyordu, hepsinde
yeteneklerimizi denemeye başladık dörtlü kiriş, paralel, halatla tırmanma...
Hep söylerim, o yıllar Türkiye'nin zor yıllarıydı, okullarımı varlıklarıyla,
yokluklarıyla çok sevdim. Bizden önceki nesil daha zor şartlarda yaşamıştı biz
onlara göre daha şanslıydık. Neyse çok geçmeden eğitim yılı başladı. Erzincan
Lisesi Selimiye’ye göre daha yeni bir yapı görünümündeydi. Bizler de daha
olgunlaşmıştık en azından yemeklerde amuda kalkmak yoktu veya amuda kalkacak
iyi yemekler yoktu... Lise olarak çok kalabalık değildik sınıflarımız 30-40
kişilikti Okulun kuzeybatısındaki barakalar laboratuar ve yemekhane olarak
kullanılmaktaydı. Sabahları erkenden uyanıp uyku mahmurluğuyla o soğukta
yemekhaneye gitmeye üşendiğimizi hatırlıyorum. Çoğunlukla kuvvetli tutması için
kahvaltıda çorba çıkardı. Kimya dersi için barakaya gittiğimizde biraz soğuktan
birazda öğretmenin hışmına uğramaktan korkup titrerdik. Öğretmenimiz Mustafa
Çataloğlu'nun şu anda kimseyi dövdüğünü hatırlamıyorum ama dersine çok önem
verirdi bir kişi dersle ilgilenmez veya muziplik yaptığında "... Avlat avlat
(yani evladım demek istiyor, iyi insan hakkını vermeliyiz ) dövmeyeceğim,
çiğneyeceğim, çiğneyeceğim..." derdi korkudan bizler elimizdeki deney tüpü
gibi titrerdik
İlk kompozisyon sınavımız...
Ben malum biraz yaramazdım, Edebiyat öğretmenimiz yaramazlığıma çok kızardı ama
çok sakindi ve notu oldukça kıt idi, Koyu bir Cenap Şahabettin hayranıydı ilk
imtihanda hiç unutmam "İnsanlarda koçlar gibi kafa kafaya vuruşurlar.
Cenap Şahabettin'in bu sözlerini açıklayan bir kompozisyon yazınız " dedi.
Kompozisyon yazmanın genel formatını biliyorduk giriş, gelişme, sonuç vs. Allah
Allah ne yazacağım... aklıma birçok şey geliyor, diğer derslerde
öğrendiklerinizi kullanıyorsunuz burada durum farklı düşünce üretmelisiniz
neyse son dakikalarda aklıma bilim, teknoloji bunların önemi ve kullanımı geldi
neyse tek sayfaya yazdım. yazı karakterleri ilk paragraftan son paragrafa doğru
belirgin bir şekilde kötüleşiyordu. sınav sonuçlarını açıkladığı gün
öğretmenimiz yazılardan örneklerde okuyordu, tabii o zamanlar macerayı severdik
herkes aklından geçeni dökmüştü " yağmurlu bir gündü dışarıda fırtına
vardı, dışarıda fırtınanın uğultusunu bastıran sesler duydum. Kapıyı açtığımda
yerde iki kişiyi revan içinde yatarken gördüm " gibi senaryolar. Öğretmen
okuduktan sonra ismi okuyor. Tabii notları söylemeye gerek yok. Bir ara ismimi
okudu yedi almışım, beni görünce oldukça şaşırdı, şaşıran yalnız o değildi
bütün sınıf idi bu öğretmenden iyi not almak çok büyük mucizeydi. Neyse Cenap
Şahabettin hayranı olduğunu anlayınca kütüphaneden Cenap Sahabettin ile ilgili
tüm kitapları okur onun vecizelerini ezberler olmuştum, bir kompozisyon ödevi
verdiğinde yerli yersiz bir iki alıntı ilave etmeye özen gösterirdim, tabi
bazen tutmazdı... Bu sınavdan sonra kendime bir güven gelmişti. Edebiyat dersine
özel bir ilgi duyuyordum boş zamanlarımda kütüphaneye gidiyordum, Faruk Nafiz
Çamlıbel'in Han Duvarları şiirinin tamamını ezberlemiştim çok güzel bir şiirdi,
bir yolculuk öyküsü şiire dökülmüştü. Erzincan Lisesinin kazandırdığı halen
birçok mısrası aklımda bu şiir dışında kaybettirdikleri de vardı.
Sağlığım ve koca bir öğrenim yılı... Gıdanıza ve sağlığınıza dikkat
etmediğinizde hastalanma belirtileri başlıyor tabiî ki birazda aile baskısından
uzak kaçamak sigara içmelere devam ediyorduk. Selimiye’den daha fazla sigara
içmeye başlamıştık. Okulun tel örgüleri dışında sigara satılan bir ev vardı
"Salih Dayı. ..." diye seslendiğimizde içerden bir çocuk çıkardı
paramız hangisine yetişirse genellikle "Birinci sigarası" diye
seslenirdik. Tabii sigara almaya birkaç kişi giderdik bir kişi tel örgüye
yaklaşırken diğerleri kademeli olarak nöbetçi olurdu. Sigara konusunda okul
idaresi çok duyarlıydı sık sık arama yapılırdı dışarıda içemediğimiz için
tuvaletlerde içiyorduk. kapıya yakın bir kişi gözcü kalıyordu. Bazen ani baskın
oluyordu tabii kaçış yok, etraf dumandan geçilmiyor... Bu arada kış bastırmış
kar yağmıştı ders saatleri dışında dışarıda karda koşturup oynuyorduk,
terledikçe avuç avuç kar yediğimi hatırlıyorum. Şiddetli öksürük, terleme ve
ateş başlamıştı revirde birkaç gün yattığımı hatırlıyorum sonra çıktım. Revirde
yatarken Marlin Monreo'nun öldüğünü gazetelerden okumuştum yani dünya ile
bağımız kütüphanedeki gazete ve günler sonra gelen mektuplarımızdı. Şimdi
düşünüyorum da ne kadar ilgisiz bir okul yönetimi varmış ne yemeklerimizle ne
sağlığımızla ilgileniyorlardı. Belki bu ilgisizlik 1960 ihtilali sonrası ordu
içindeki karışıklıkların bir yansımasıydı. bazı subayların sürgün geldiği
söyleniyordu o hasta ve bitkin halimle derslere devam ettim. Artık iştahsızlıkta
başlamıştı her gece pijamalarımın terden sırılsıklam olduğunu hatırlıyorum,
yatağım amonyak kokmaya başlamıştı...
Böyle birkaç haftanın geçtiğini hatırlıyorum, Derslerde öksürük ve halsizliğimi
fark eden yedek subay fizik öğretmenimiz sınıf subayı ile konuştu askeri
hastaneye götürdü. Yıllar sonra o günleri ve okulumu değerlendirdiğimde bizlere
iyi bakılmadığını söyleyebilirim. Yani büyüme çağında olan bizler için sağlık
ve sosyal aktiviteleri paylaşan daha iyi bir organizasyon olabilirdi. Doktor, muayeneden
sonra geciktiğim için çok kızdı okul idaresine lanetler yağdırdı birazda bana
çıkıştı hemen hastaneye yatırdı zaatürre teşhisi koydu, orda çok iyi bakıldım
özel yemek çıkıyordu. Hastane’nin en ayrıcalıklı yaramaz çocuğu olmuştum benim
için okulda hiç görmediğim pirzola takviyeli yemekler çıkıyordu. Çok titiz bir
hemşire vardı her gün ne yemek yediğimi sorup kontrol ediyordu. bir gün
yemeklerde eksilme olduğunu hissedince yemek saatinde koğuş kapısında yemeğimi
beklememi sıkı sıkı tembihledi. Geceleri terlemeler ve sayıklamalar azaldı
biraz toparlandım ama hala hastalığın yorgunluğunu hissediyordum. Biz yedek
subay öğretmenleri pek dikkate almazdık, hatta onlarla sigara içerken
kovalamaca oynamak hoşumuza gider, derslerinde dalga geçerdik ama bu öğretmen
benim hayatımı kurtardı diyebilirim, yaklaşık üç hafta derslerden uzak
kalmıştım.
Sağlık kurulu dinlenmem için altı ay hava değişimi verdi otomatik olarak
sınıfta kalacaktım çok üzülmüştüm ama iyileşmeye başlamıştım. tren yolculuğu
için hazırlandım. Tren Erzincan'dan sabahın erken saatlerinde geçiyordu. Sınıf
arkadaşım Bayram Kaya beni istasyona götürecek araç temini ile uğraşıyordu.
Sonunda çözümü buldu. Nöbetçi subayı odasının kapısında beklemeye başladık.
Nöbetçi subayı koridorda gözüktüğünde hemen yanına yaklaştı. Gözlerini iri iri
açıp "hocam Berker’in ciğerlerin de yaralar çıktı, hava değişimi aldı,
yarın trenle memleketine gidiyor, sabahleyin onu istasyona götüreceğiz, araba
lazım " dedi. Gözlerini o kadar açmıştı ki bende onun sözlerinin önemini
anlatırcasına neredeyse yere yıkılacak bir hasta görüntüsü sergiledim.
Dolabımdan elbiseleri toparlamama, çantamı hazırlamama yardım etti, son olarak
dershanedeki arkadaşlara da veda ettim. Gelecek dönem arkadaşlarla sınıflarımız
ayrılıyordu. Sağlığıma kavuşmak birinci öncelik olmuştu, fakat devre kaybıma
çok üzülüyordum.
Bayram, yolculuk için her şeyi düşünüyordu, mutfaktan yolculuk için
hazırladıkları kumanyayı çantama koydu. Bayram'ın sonraki seneler iki kez
kaldığı için okuldan çıkarıldığını duydum. Saflık derecesinde arkadaş canlısı
ve özverili bir insandı, ama damarına basıldığı zaman çabuk sinirlenir ve kavga
ederdi. Sabahleyin istasyona beraber gittik. Erzincan’a arkadaşlarla güle
eğlene gelmiştik, yapayalnız dönüyordum, aktarmalı olarak tren ile Bandırmaya
ulaştık. Annem bir taraftan kendime bakmadığıma bir taraftan okul idarecilerine
lanetler okuyordu. Hastalıktan sonra ne zaman etrafımda kuvvetli öksüren bir
kişi görsem dikkat kesilir tekrarında doktora gitmesi için uyarırım.
Bandırma'ya ailemin yanına gittim.
Yeni eğitim yılı başladığında ilk haftalarda babam okul idaresine dilekçe verip
Kuleli'ye naklimi istemişti. Dilekçe kabul edildi. Kuleli'ye nakledildim...
Kuleli'ye gidişte devremizden Olcay Özsever'in ağabeyi Atilla ile yolculuk
yaptığımızı hatırlıyorum... Erzincan da bulunduğum o süre içinde iki sosyal
aktivite hatırlıyorum birincisi okul içinde üst sınıflarla düzenlenen bir müzik
aktivitesi oldu bizden bir arkadaşın akordeon çalmasını hatırlıyorum, vay be ne
güzel çalıyor !! sesleri yükseliyordu, diğeri Erzincan dışında Altıntepe diye
bir höyük vardı oraya reolar ile geziye gittik. Kazılarda değişik
uygarlıklardan kalan katmanlar çıkartılmıştı. Bu tepede köylülerin tarla
sürerken altın buldukları söyleniyordu. Tabii bizler pür dikkat yerde bir
şeyler arıyorduk. Yol kenarında bir kaynaktan mataralarımıza ekşi su doldurduk
ve karnımız ağrıyıncaya kadar içtik... Bunların dışında iz bırakan bir şey
hatırlamıyorum.